HORASAN diyarı miladi 10. asırdan itibaren dünyaca şöhret bulan ve bazılarını ismen belirttiğimiz büyük muta- savvıflar yetiştirmiştir.
İslam medeniyetine beşiklik eden Horasan’ın Orta Asya bölgesi sadece manevi ilimlerde değil, pozitif ilimlerde de dünya ölçeğinde saygı ile anılan ilim adamlarının yetiştiği bölgedir.
Horasan’dan ANADOLU’ya göç eden mutasavvıflar macera aramak veya kendi yurtlarında oluşan bir huzur- suzluktan dolayı ülkelerini terk etme gibi bir zaruretten öte, MANEVÎ bir işaretle yeni İSLÂM yurtları inşa etmek için, anayurtlarından ayrılarak yeni İslam bölgeleri kurmuşlardır.
Anavatanlarında, maddi ve manevi bir kariyere ulaş- mış, şehrin eşrafı olan saygı duyulan bu yüksek statü sahi- bi insanlar, şahsi olarak ve imanî konumları nedeniyle, İs- lam medeniyetinin öncü mübeşşirleri olarak göç ettikleri yerlerde öncelikle, adalet ve şefkat dağıtmaya başlamış- lardır.
Hangi inanışa sahip olduğu değil, yaratılmış bir insan olarak, öncü dervişler iskân için yerleştikleri beldelerde bi- rer sığınak vazifesi görmüşler ve Müslüman kimlik nasıl olur fiili olarak göstermiş ve öğretmişlerdir.
Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın “ kolanizatör türk derviş- leri” başlıklı çalışmasında, bu konu özetle şöyle tespit edilmiştir:
“Anadolu’ya hicret eden Müslümanlar, İslam dünyası ile sıkı bir ilişki içindeydiler... Bu devirde putperest Moğollar’a karşı İslamlaşmakta devam eden Anadolu’da tarikatlarla iyi bir iş birliği ve diyalog içinde olan Altınordu Devleti, Suriye ve Mısır Memlüklüler’i velhâsıl İslam ve Türk âleminin her tarafı ANADOLU ile sıkı bir münasebet halinde bulunmakta idi…
Yalnız göçebe değil, Türk- İslam dünyasının her tara- fından gelmiş şehirli unsurlar ve aynı zamanda ulema- şeyhler- sanat sahibi her türlü muhacir kafilelerini, Anadolu toprakları cezb etmiştir.
Orta Asya ve Horasan yöresinden gelen toplulukların akabinde kurulan İslam devletleri, Osmanlı’nın çekirdek alt yapısını oluşturmuşlardır.
Osmanlı İmparatorluğu kurulmaya başladığı zaman, bu kadar geniş hudutlar içinde kaynaşmakta olan bir âlemin dört bucağında oluşmuş DİNÎ ve TASAVVUFÎ akımlar-bilgi ve tecrübe sahibi insanları, manevî kuvvetleri arkasında buldu.
Bazı büyük şehirlerde, burjuva muhitlerinde değil, en uç beyliklerdeki köylerde şubeleri olan AHÎ teşkilatı ileri çağlarda imparatorluk kurulmasında büyük rol oynamıştır.
Bu tür TARİKAT ve teşkilatların ne büyük bir kuvvet temsil ettiğini, arkalarına aldığı halk kitlesini muayyen sos- yal nizamlar için nasıl harekete geçirerek o zaman içinde sosyal olaylarda, büyük roller oynamış olduklarını tarih kaydetmektedir.
Bir anlamda misyoner DERVİŞLER’in DİN ve TASAV- VUF propagandası ile halk katmanları arasında çok faal bir oluşum ve maya gibi faaliyete geçerek, o ülkelerin sosyal bünyesinde, siyasi kuruluşlarında büyük yenilikler yapmak için müsait kaynaşmayı oluşturmakta temsil ve FÛTUHAT işlerini kolaylaştırmakla fevkalade önemli etken oldukları muhakkaktır.
RUM ilinin İslamlaşmasında bu misyoner DERVİŞ gruplarının oynadığı rol büyüktür.
Ordulardan önce fetihlere çıkmış DERVİŞ’ler karşı ta- rafı çok önceden MANEN fethetmiş bulunmaktaydılar.
Orta Asyalı muhacir mutasavvıflar kendileri ile beraber memleketlerinin örf ve adetlerini, dinî adap ve erkanını be- raberinde getiren insanladır ki bunların içinde müteşebbis kafile reisleri geldikleri yerde hanedan tesis etmiş soy ve makam sahibi mühim şahsiyetler vardır.”
Belirttiğimiz gibi hicri üçüncü yıldan itibaren tasavvufî hareketin büyük bir kolu Orta Asya’ya kaymış ve bu bölge- de asırlardır süregelen bir tasavvufi gelenek oluşmuş, gü- nümüze kadar ulaşmıştır.
Orta Asya orijinli tasavvufi ekoller Selçuklu ve Osman- lı devletinin resmi kurumları haline gelmiştir. Osmanlı impa- ratorluğunun resmi olarak tanıdığı protokol sıralamasında yer verdiği NAKŞİBENDDİYE tarikatı da bir Horasan eko- lüdür.
Allah’ın yüce ismi yeryüzünde duyulup İSLÂM toprakla- rı genişlesin şuuru ile ANADOLU topraklarına başlayan ci- hat hareketi iki koldan başlamıştır.
“…İstanbul’un elbet fethedileceği… “ Hadis-i Şerif-i ile Anadolu’nun fethine zemin hazırlanmış özellikle KAYSE- Rİ’nin İstanbul yolu üzerinde olması şehrin ilk döneminden itibaren başta SAHABE-İ GÜZİN olmak üzere İslam müca- hitleri ile tanışmasına neden olmuştur.
Miladi 10. Yüzyıllardan itibaren, Maveraûnnehir- Hora- san ve Orta Asya’dan gelen Müslümanlar artık Anadolu’nun bazı bölgelerinde çoğunluk olabilecek düzeye ulaş- mışlardır.
Hicrî birinci asırdan itibaren Kayseri’nin fetih yolu olma- sı sebebiyle Müslümanlarla tanışması Resulallah(S.A.V) efendimizin vefatından hemen sonraya tekabül eder.
İstanbul’u fetheden kumandan ve asker olabilmek ve Resulallah(S.A.V) efendimizin övgüsüne mazhar olmak için mücahid SAHABİ grupları, Mezepotamya’dan Roma’ya çı- kan ve hükümdar yolu ile bilinen; Diyarbakır, Malatya, Da- rende, Gurun, KAYSERİ, Boğazlıyan, Sarıkaya, Ankara, Eskişehir, İzmit yolunu kullanarak ÜSKÜDAR’a çıkıyorlardı.
İslam orduları KAYSERİ üzerinden dokuz sefer yap- mıştır. Ebu Eyyûb el-Ensarî Hazretleri’nin de katıldığı ilk Bizans fetih çıkarması hicrî 48-49 yıllarına denk gelmekte- dir. İslam orduları Malatya-Kayseri- Eskişehir yolunu takip ederek Kadıköy’e varmışlar İstanbul muhasarasından neti- ce alamadan geri dönmüşlerdir.
Hicrî ikinci asır başlarında, İslam orduları tarafından KAYSERİ kısmen fethedilmiştir. Bu fetih hareketinde Seyyid Battalgazi’n inde bulunduğu zikredilir.
Hicrî 110 yılından başlayıp bir asır boyunca, hâkimiyeti, Bizans- İslam orduları arasında el değiştiren KAYSERİ’DE artık İSLAM hâkimiyetinin tescili ABBASİ Halifesi Harun Reşidin bölgeyi feth etmesi ile Müslümanların toprağı olmuş ve İslam hâkimiyeti 160 sene sürmüştür. (M. 809– 968).
Bundan sonraki bir asır boyunca KAYSERİ Rum(Bizans) - Ermeni hâkimiyetine geçmiştir.
Anadolu’da artık bir Müslüman çoğunluk ve Selçuklu hâkimiyetinden söz edilir duruma gelindiğinde, Bizans ile savaşmak kaçınılmaz olmuştur.
Anadolu’nun fetih hareketi, 1071 yılında Alparslan, Bi- zans ordusunu mağlup etmesi ile ANADOLU artık tama- men İSLÂM hâkimiyeti ile taçlanmış oldu.
Malazgirt savaşından sonra Anadolu toprakları Türkiye olarak dünya ölçeğinde isimlendirilmeye başlanmıştır. Mi- lâdî 11–12–13. asırlar, Selçuklular dönemi diye tanımlan- mıştır. Tasavvuf tarihinin en önemli evresi bu dönemler- dir… Bu üç asır sonraki dönemlerin temelidir. Meşhur tari- kat kurumları bu dönemde tanınmış ve tarihsel olarak ün- lenmiştir.
Anadolu Selçukluları medeniyetinin en parlak dönemi
Selçuklu sultanları üst düzey eğitim almış, DİNÎ duygu- ları ağır basan en az üç dil bilen yetişmiş şahsiyetlerdi…
Bu nedenle ilim ve tasavvuf erbabına gereken değeri vermişler. Kayseri-Konya- Aksaray- Sivas- Amasya- Niğde-
Tokat-Ankara –Erzurum gibi önemli merkezlerde yetişen ilim adamları İslam dünyasında ciddi bir itibar sahibi olmuş- lar, geçim sıkıntısı çekmemişlerdir…
Genelde ilim adamları mutasavvıf özellikleri ile maddi ve manevi ilimlerde önderlik yapmışlardır.
Miladî sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda Anadolu ve ÎRAN’da yaşayan Müslüman halkın büyük bir çoğunluğu ehlisünnet itikadını titizlikle korumuş ve çoğunluk HANEFÎ mezhebi’ne bağlı olarak tarihi seyir devam etmiştir.
Selçuklu idarecileri, ehl-i sünnet el cemaat akaidi ve Hanefi hukuk sistemine bağlılıklarını vakıfnamelere bile yazdırarak, kendilerinden sonra gelecek yönetici ve ilim er- babına da bu yolda olmalarını vasiyet etmişlerdir.
ÎRAN asırlar sonra, zoraki mezhep değişimine uğra- mıştır. Bu notu özellikle düşmemizin nedeni, o dönem FARSÇA’nın edebiyat ve bürokratik dil olması nedeniyle, Anadolu siyasal ve kültürel hayatında kullanımı, hukuk ve inanç bütünlüğünden kaynaklanmaktaydı…
Doğudan batıya sadece iki sebep nedeniyle göç eden Türkmen kafileleri Anadolu topraklarında, mutasavvıflar ise uygun görülen stratejik önemli mevziilere yerleşip irşad faaliyetlerine başlamışlardır. Bu noktalar Ö. Lütfi Barkan’ın tanımıyla Kadim doğuyu batıya bağlayan yol güzergâhları- savunma ve gözetleme amaçlı tepe noktalar veya tarım arazisi için elverişli boş alanlara yerleşmişlerdir.
Bu tür yerlere kurulan tekkeler ve zaviyeler nedeniyle çevre yavaş yavaş dolmuş, oluşan köy ve kasaba, kültür ve tarikat merkezi haline gelmiştir. Kurulan bu tekke ve zaviyeler misafirler için otel ve lokanta, askerî harekât için gözlem evi, birer sığınma evi işlevi görmekteydi.
Genel olarak Horasan yöresinden gelen mutasavvıflara Horasan erenleri tanımlaması yapılmıştır.
İslam’ın yayılması için örnek insan konumunda irşad faaliyetlerini devam ettirmişler, zikredilen amaç doğrultu- sunda o yörenin sakinleri olarak sosyal yaşamı etkilemiş- lerdir…
MÜRŞİD’ler genelde şehrin eşrafı ile yakın temas ku- rarak İslam ahlakının kökleşmesi Müslim ve gayrimüslim halk arasında düzen ve huzur ortamının temini, fakir ve kimsesizlerin dayanağı haline gelip favkâlade önemli işler yapmışlardır.
Medrese ve tekkelerle temasını eksik etmeyen şehir halkı yüksek dini kültür ve tasavvuf donanımı ile MEDENİ- YET oluşturmuşlardır.
Bu dönem ANADOLU da faaliyet gösteren büyük mu- tasavvıflar arasında şu seçkin isimleri sıralayabiliriz:
Sultan-ül ülema Bahaüddin Veled, Evhadüddin Kirmani,
Muhyiddin ibn-i Arabi, Ahi Evran,
Seyyid Burhaneddin veli, Mevlana Celaleddin Rumi, Sadreddin Konevi, Fahreddin Iraki,
Şems-i Tebrizi,
Hacı Bektaş-ı Veli, Necmeddin DAYE
Selçuklu altın çağı olarak diye nitelendireceğimiz bu dönem Moğol akınları ile yıpranmış, bazı medeniyet şehir- leri Moğol istilası ile yerle bir olmuştur.
İslam dünyasının başlangıç rönesansı diyebileceğim her dalda oluşan ALTIN ÇAĞ, putperest Moğollar tarafın- dan, Orta Asya’dan başlayarak, KAYSERİ dâhil birçok İs- lam yurdunu tarumar etmiştir. Moğol istilası sırasında Kay- seri’yi kahramanca savunan bir tasavvufi yapılanma olan AHİ’lik asırlar sonra bile hayır ve rahmetle anılmaktadır.
Anadolu’da özellikle Selçuklu dönemi Kayseri merkezli üç tasavvufi akımdan söz edeceğiz.