Mehmet Hüsrevoglu:   "MAARİF - SEYYİD BURHANEDDİN VELİ" Kitabı Sayfa İçeriği

Mehmet Hüsrevoglu

Bu Sayfayı Paylaş; Bu sayfa 839 Kez görüntülendi.

KAYSERİ

Tarihin en eski yerleşim merkezlerinden birisidir… Asur- Hitit- Kilikya-Kapadokya ve Roma medeniyetlerinin izleri hâlâ karşımıza çıkmakta, şehrin kuruluşu milattan önce iki bin beş yüz’lü yıllara dayanmaktadır.

Romalılar döneminde, krallar şehri anlamına gelen Kaserya (caesarea) Müslüman akıncılar tarafından Kayseriyye ismine tahvîl edilmiştir.

Tarihi ipek yolu üzerinde bulunan, coğrafi konumundan dolayı merkez teşkil ettiği için üzerinde taşıdığı tüm uygarlıklar için önem arz etmiş, siyaset-- ilim –bilim dalında asırlardır söz sahibi olmuştur. Şehrin başlangıç tarihi Asur’lular ile başlar.

Milattan sonraki ilk dönemlerde Hıristiyan Kapadokya Krallığı’nın bir eyaleti olan Kayseri, Kapadokya Krallığı’nın ikiye bölünmesinin ardından I. Kapadokya’nın başkenti oldu.

Milattan sonra 395 yılında ROMA İmparatorluğu da doğu-batı diye ikiye ayrılınca Doğu Roma Bizans hâkimiyetinde ortalama üç yüz yıl kaldı…

Kayseri; Resûlullah sav efendimizin; İstanbul’u fetheden komutan ve askere övgü hadis-i şerîfi nedeniyle; Bizans’a sefer düzenleyen İslam ordularının geçiş güzergâhında olduğu için dokuz kez Müslümanların hâkimiyetine girmiş ancak süreklilik arz etmemiştir.

Evliya Çelebi seyahatnamesinde, İslam ordularının Kayseri’nin fetih başlangıcını, Kudüs’ün fethi ile birlikte olduğunu şöyle açıklamaktadır:

“…Hz. Ömer r.a. bizzat Kudüs’ü feth edip, 80.000 asker’e Halid bin Velid hazretlerini başkumandan tayin ederek, Kayseri’yi feth edip (Kale) içine yeterli askeri koyduktan sonra Halid, Medineye gider…( Bir müddet sonra) Kayser ülkesi küffarı yine cünüp askerleri ile gelip, bu kale’yi kuşatırlar,  Müslümanların tamamını şehîd ederler… Bu sırada eğimli dağdan, büyük bir ordu, mavi renkli sancakları ile ortaya çıkıp bütün küffarı kırarlar, küffarın pis leşlerinde silah aletlerinden bir yara bulunmaz…

Daha sonra Kayseri şehri bir süre boş ve atıl kalıp, hiçbir kral istila etmeye cesaret edemedi… Ricalü’l Gayb askeri, küffarı kırdığı için hâlâ Kayseri’ye yakın olan büyük dağ, Er-ceyş dağı yani erenler askeri dağı demeden meşhur galat ercis (Erciyes) dağı derler…

Hz.  Muaviye,  Şam’da  Emevioğulları  halifesi iken

80.000. asker’e Hazret-i Ubeyde bin Cerrahı kumandan tayin edip, zorla ve kahren bilek zoru ile Rum keferesi eli ile Kayseri’yi feth eder… …Abbasi oğullarından el-Mu’tasım Billah’ın Bağdat’ta Hülagu Han elinde helak olduğunu Kayser fecereleri duyunca fırsatı ganimet bilip, yine Kayseri’yi istila ederler…”

Malazgirt zaferinden beş yıl öncesinde AFŞİN BEY komutasındaki İslam orduları Malatya civarında Bizans Ordusu’nu mağlup edince Kayseri dâhil olmak üzere Anadolu topraklarında İslam hâkimiyetinden söz etmek meşrû hale gelmiş, asıl fetih ve zafer Malazgirt’ten sonraki döneme nasip olmuştur.

Sultan Alparslan, beraber savaştığı beylerine fetih topraklarını PAY ederek Danişmend Ahmed Gazî’ye Kayseri ve çevresini, iktâ olarak vermiştir…

Kayseri ve civarında ilk Müslüman Türk devleti, Selçuklulara bağlı olarak DANİŞMENDLİ beyliği olarak kurulmuş oldu.

Ortalama yüzyılı askın süre içinde Kayseri’de  hüküm süren Danişmentliler bu süre içerisinde şehrimize, günümüze kadar ulaşan kalıcı eserler bırakmıştır. (1071-1178)

Miladî  on  ikinci  asır  başlarında  Kayseri,   Anadolu

Selçuklu devleti hâkimiyetine girdi.

Kırk yıl sürecek Selçuklu hâkimiyetinde Kayseri her yönde altın çağ yaşamış denilebilir. İmar hareketleri, bilim’e verilen önem, dini yapılanma ve tasavvufi akımlara özel bir ilgi gösterilmiştir. Seyyid Burhaneddin veli ve çağdaşı meşhur mutasavvıf ve âlimler  bu devirde Kayseri kültür tarihine derin izler bırakmıştır.

Anadolu Selçuklu Devleti’nin en parlak dönemi şüphesiz; I. Alâeddin Keykubat iktidarında gerçekleşmiştir. (1219–1237) Selçuklu Devleti iktisadi anlamda güçlenince, dindar ve tasavvufa ilgi duyan sultanları sayesinde her şehirde medreseler ve tekkeler yapılmıştır. Tasavvufi hayatta üst düzey bir canlılık oluşmuştur.

Anadolu İslam medeniyetinin tesisi ile birlikte Endülüs- Mısır- Suriye – Irak ve Horasan yörelerindeki İslam düşünür ve mutasavvıfları, özellikle Kayseri- Konya ve Sivas üçgenine yerleşmeye başlamış,  kurulan medrese, dergâh ve tekkelerin yetiştirdiği öğrenciler, İslam dünyasında anılmaya başlamıştır.

Özellikle Orta Asyalı Müslümanların Anadolu’ya göç etmelerinin nedenlerinden biri; Âdil sultanların yönetimine girmek arzusu yanında, doğuda baş gösteren Moğol tehlikesine karşı korunmak amaçlı olmuştur.

Putperest Moğol ordusu, Doğu Asya hâkimiyetinin devamı olarak Orta Asya’ya yöneldiğinde (M.1215) Türkistan- Buhara- Harezm ve Horasan yöresindeki İslam düşünür ve mutasavvıfları, ilim yok olmasın niyeti ile emin belde olarak şöhret bulan Anadolu’ya yerleşmeye başlamışlardır...

Endülüs İslam medeniyetinin simge isimlerinden Muhyiddîn İbni Arabî (M. 1240) Avrupa kıtasının bir ucundan kalkarak, Konya -Kayseri- Şam muhitinde belirli dönemler bulunmuş ve güzide öğrenciler yetiştirmiştir.

İslam dünyasında şöhret bulmuş ve yolu bir şekilde Kayseri ile kesişmiş İbnül Arabî’nin öğrencileri gibi başlı başına bir tarikat olan KÜBREVİYYE- SÜHREVERDİYE- AHİLİK- BAYRAMİYE-MEVLEVİYE, Kayseri’de ilgi bulmuş ve mensupları bu şehirde unutulmaz eserler kaleme almışlardır…

Alâaddîn Keykubat ile altın çağını yaşayan siyasî ve kültürel yaşamın yanı sıra, askeri alanda da Moğol istilasına karşı tedbirler alınmış, hatta bazı girişimler püskürtülmüş, Anadolu toprakları yaşanabilen, müreffeh bir medeniyet haline getirilmiştir.

Alâaddîn Keykubat; Âlim ve mutasavvıf şahsiyetlere büyük ilgi göstermiş, kendisine de, yüksek ilim kapasitesine sahip, üç yabancı dil bilen sultan olarak ittifak edilmiştir.

Mevlâna’nın babası Bahaddîn Veled- Şehabeddîn Sühreverdî, Seyyid Burhaneddin velî -Necmeddin DAYE-- Evhaüddin Kirmanî- AHİ EVRAN onun zamanında itibar görmüşlerdir.

1221 tarihinde Mahperi hatun, 1227 de ise Melikei Âdiliye ile evlenen Alâeddin Keykubad’ın bu hanımlarından üç oğlu dünyaya gelmiştir. Bu hanımlardan ilki Bizans’ın Alâiye hâkimi Kry Vart’ın kızı’dır. Evlendikten sonra Müslüman olmuştur… İkinci eşi ise Eyyübî’lerden Melik Adil’in kızı, Melike-i Âdiliye dir…

İbn-i Bibi; Selçuklu sultanının, Erzincan ilhâkından sonra (1228) ülkesinin geleceğine dair önemli kararlar aldığını ve henüz bir yaşında olan İzzeddin Kılıç Arslan’ı veliaht; Buna karşılık büyük oğlu Gıyaseddin’i Erzincan valisi olarak tayin ettiğini belirtmektedir.

İbn-i Bibi nin vermiş olduğu bilgilerden, alınan bu kararın on sene sonra yeniden tekrarlandığı ve hemen akabinde Alâeddin Keykubat’ın öldürüldüğü bilinmektedir.

Alâeddin Keykubat‘ın bu şanlı saltanatı fazla uzun sürmedi. 1237 yılında Kayseri’de yazlık sarayında genç yaşta vefat etti... Ölüm nedeni ise taht kavgası, toprak paylaşımı iddiası olmuş, husumet birinci derece yakınlarına sirayet etmiş.

Birinci eşi, oğlu, bir kısım vezirlerin dâhil olduğu bir tertiple sultan zehirlenmiştir.

Yabancı elçilerin kabulü sırasında sıcak bir av eti, en yakınları tarafından Sultana sunulmuş, av etinin zehirli olduğunu fark etmesine rağmen iş işten geçmiştir…

Sultan, yakınları tarafından zehirlenmesine o denli üzülüyordu ki, şu an Kayseri Şeker fabrikası sınırları içerisinde olan göl kenarında ki sarayına çekilerek ölümü bekliyor, İhanetin çok büyük olması şifa tedbirlerini almayı bile engelliyordu…

Alaaddin Keykubat’ın şehid edilmesi ile olay kapanmamış, düşmanlık veya aile içi intikam duyguları artarak devam etmiş, neticede aşağıda tafsilatını vereceğimiz ikinci cinayet işlenerek Sultanın sevdiği eşi Melikei Âdiliye’de şehid edilmiştir…

Sultan’ın      ani      vefatı     putperest      Moğolların

Anadolu’yu istilâ konusundaki iştahını iyice kabarttı… Moğolların  kim  olduğu  konusunda  kısa  bir   bilgi verelim:

Cengiz Han, babasının ölümünden sonra devlet başkanı olunca, çevresindeki Türk ve Moğol kabilelerini toplayarak 1206 yılında imparatorluğunu ilan etti… Ölmeden önce de dört oğluna ülkesini paylaştırdı… Dördüncü oğul Tuli Han ilhanlı devletini kurdu… Torun Hülagu ise İlhanlıları imparatorluk haline getirdi…

Hülagu, İran, Maveraünnehir, Suriye, Bağdat’ı ele geçirdi daha sonra Abbasi halifeliği ve Selçuklu devleti, tarihte örneği görülmemiş bir biçimde Moğol istilası ile medeniyet tarumar edildi…

Alâeddin Keykubat, bu felaketleri endişe ile takip ediyordu… Anadolu’nun pek çok şehrine surlar inşâ etti… Komşu devletlerle saldırmazlık antlaşmaları yaptı… Bu dönem, Diyarbakır, Ahlât, Malatya istila edilmiş, Anadolu halkını Moğol korkusu sarmıştı…

Sultan, Moğollar ile de antlaşma yapmak istedi… Antlaşma zemini oluşmuştu ki yukarıda zikrettiğimiz elim suikast neticesi vefat etti…

Bu vahşetten Kayseri’de nasibini almış, şehir yerle bir edilmiştir. Kayseri’ni Moğol istilası ile adeta tarihten silinecek düzeyde harap edilmesinin başlıca nedenlerinden biri; Taht kavgaları ile zayıflayan yönetim zafiyeti olmuştur…

Alâaddîn Keykubat’ın ölümünden sonra yerine geçen ve üstün meziyetlere sahip olmadığı için babasının taht varisi olarak vasiyet etmediği II. Gıyaseddîn Keyhüsrev, başa geçince gerileme ve çöküş dönemi başlamış oldu.

Saltanat tam anlamıyla meşru bir zemine oturmadığı için öncelikle, fevkalade dindar ve üstün meziyetlere sahip üvey annesi Melikei Âdiliye’yi Ankara’ya sürdü, orada boğarak öldürttü, kardeşlerini ise hapsetti… Yıllar sonra Melikei Âdiliye’nin türbesi, kızları tarafından yaptırılarak, sultanın naaşı Kayseri ye nakledildi… (Sivas cad. üzeri )

Tarihçi Prof. Dr. Osman Turan, II. Gıyasettin için şu çarpıcı tespitleri yapmaktadır : ”... Henüz 19 yaşında, çok genç, eğlence ve sefih bir yaşama düşkün, aklı kifayetsiz, garip bir tabiata sahip, sadece vezirlerin oyuncağı bir şahsiyettir…”

II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in bu durumunu Moğollar bildikleri için, hiç vakit kaybetmeden serhat şehri Erzurum’u işgal ettiler…

Sultan’ın basiretsiz devlet yönetimi, Selçuklu iktidarını sıkıntıya soktu.  Görüşülmeden, düşünülmeden ani bir refleksle alınan savaş kararı neticesi 1243 yılında Sivas’ın Zara ilçesi yakınlarında bulunan Kösedağ mevkiinde, taraflar konuşlandı…

Sayıca kendisinden az olan Moğol ordusunun öncü birliklerine yenildi. YETMİŞ bin kişilik Selçuklu ordusu savaşmadan bozguna uğradı…

Gıyaseddîn Keyhüsrev, iki  tarafın  öncü kuvvetlerinin çarpışma neticesi oluşan ilk yenilgi sürecini, sanki DEV ordunun yenilgisi zannetmiş ve Tokat güzergâhından Konya’ ya doğru kaçmıştır…

Sultan’ın kaçtığını büyük bir şaşkınlık içinde duyan Selçuklu ordusu, neredeyse üç kat asker fazlasına rağmen savaşmadan utanç verici bir şekilde dağılmış, hezimete uğramış, Anadolu kapıları böylece Moğollara açılmış oldu…

Moğol ordusu Anadolu içlerine kadar ilerlerken önüne çıkacak tek kuvvet kalmamış, doğu’dan batı’ya yönelerek Sivas işgal edilmiştir… İşgal, şehrin ileri gelenlerinin şartsız teslim olma garantisi vermesi neticesi az zararla atlatılmıştır. . Sivas istilasından sonra hedef Kayseri olmuştur.

Şehrin kenar mahallelerini yağmalayan Moğollar iç kaleye  kadar  ilerlemiş,  şehir  halkı,  bilhassa  Âhî’ler iç kale surlarını onararak şehri kahramanca müdafaa etmişlerdir.

Artık tüm umutlarını yitirmiş ve geri dönüş hazırlığı yapan Moğol ordusu, son savaş günü kale içinde istihbarî bilgileri aktaran işbirlikçiler sayesinde kale içerden resmen düşmana teslim edilmiştir.

Moğollar Kayseri Kalesi’ni kahramanca savunan ÂHÎ ve yerli halkı esir alarak MEŞHED ovasına götürmüş ve tamamını şehid etmişlerdir.

Uzun süre şehri terk etmeyen Moğollardan 7 aşiret güvenlik ve hâkimiyeti tesis için Kayseri’yi mesken olarak seçmiş, başta Erkilet civarı olmak üzere 7 ayrı mahalle ve köylerde iskân alanları oluşturmuşlardır.

Kızık- Kınık- Salur ve Bünyan ilçesi ‘nin bazı köyleri, Moğollar tarafından kurulmuş ve zaman içerisinde İslamiyet’i kabul etmişlerdir. Bir kısmı ise yıllar sonra Timur’la birlikte ülkelerine geri dönmüşlerdir…

Şehir halkı için uygun görülen vergi miktarı 140.000 altın civarındadır. Bu meblağ düzenli olarak tahsil edilmiştir.

Kayseri’de uygulanan Moğol zulmünün boyutları tüm tarih kitaplarında felaket olarak nitelenmiştir. Selçuknâme’de olay şöyle resmediliyor:

“...Bütün askerler şehre girdi… Şehirde buldukları yerli halkın ve askerlerin ellerini bağlayıp hepsini MEŞHED ovasına götürdüler ve katlettiler, evleri yağma ettiler ve tüm şehri yaktılar… Çocuk ve kadınları ise aralarında bölüşüp şehri terk ettiler… “

Tarih-i Aksarayi ise, “…Rum memleketinin ocağına düşen ateş, bir semavî afat oldu… Nesiller üzerinde tesiri sezilecek nitelikte sarsıntılar doğurdu… “ tespitini yapmaktadır…

Müneccimbaşı tarihi, Moğolların Kayseri  mezalimini şöyle anlatıyor:

“Tatarlar Kayseri’ye yürüdüler… Kısa bir muhasaradan sonra şehri savaşsız aldılar… Şehri  yaktılar ve yağmaladılar… Halkın çoğunu öldürdüler… Kadınları esir aldılar… Kayseri’de teneffüs eden bir canlı kalmadı… Kayseri vahşi hayvanlar yeri oldu… Moğollar yağmaladıkları mal ve esirlerle ülkelerine döndüler. “

Son    dönem    Kayseri   tarihçileri   olayları   şöyle özetliyor:

“Moğollar ABAKA komutasında kalabalık bir ordu  ile Anadolu’ ya geldi… Elbistan Ovası’ndan Kayseri’ye girdiler. Müslümanları katletmek isteyen ABAKA’ ya Kadılar ve Müftüler elçi olarak gittiler ve yalvardılar… Şehrin herhangi bir askeri kuvvete karşı duracak gücünün bulunmadığını ve kendilerine itaat edeceklerini beyan etmelerine rağmen, Moğollar başta Kayseri Kadısı Celaleddin Habib olmak üzere, çiftçi- asker sanatkâr- ulema kim varsa katlettiler… “

Moğol istilası, Kayseri için tarihte bir daha örneği görülmemiş YIKIM’a neden olmuştur. Kuruluşundan günümüze kadar böyle bir katliam ve yıkım bir daha yaşanmamıştır. Yaklaşık yüz elli yıllık süre içerisinde yaralar ancak sarılabilmiştir.

Katliam sayısı konusunda bazı tarihçiler fevkalade abartılı rakamlar vermesine rağmen o dönem     coğrafi ve mesken yapılanması göz önüne alındığında şu sonuç ortaya çıkmaktadır:

“Selçuklu döneminde KAYSERİ 22 bin, başkent Konya 72 bin, Sivas 57 bin civarında nüfus’a sahip olduğu tahmin edilmektedir… Kayseri de ise özellikle sur içinde yaşayan ve sur dışında bir iki külliye ve yerleşim biriminin dışında meskûn mahal’in olmadığı gözlemlenmektedir… Moğol istilasından önce 25–35 bin aralığında nüfus’a sahip olduğu bilinmektedir…”

Bu hesaplamalar eşliğinde Şehit olan nüfus sayısını 10 ila 20 bin civarında olduğunu belirtmek, sağlıklı bir yaklaşım olabilir…

Kıyıma uğrayan Müslümanların naaşı, şehre daha uzak olan, Erkilet altı değil (meşhed ovası) , kadim mezarlık bölgesi olan bu günkü Kartal mevkii, muhtemelen Seyyid Burhaneddin mezarlığında medfûn olabilirler…

Şehrin her iki yakasının meşhed ovası diye adlandırılması kuvvetli ihtimal dâhilindedir…(Bu günkü Endüstri meslek lisesi alanında’ki inşaat kazı çalışmalarında çıkan bulgular bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.)

Moğol istilası ile Selçuklu Devleti tamamen bir çöküş yaşamış, yıkımdan etkilenen diğer Selçuklu şehirleri, Moğollarla ağır vergi antlaşmaları yaparak yıkımdan kurtulmuştur. İstila sonrası, kendisine  özgü bir medeniyet tesis eden Kayseri den geriye ciddi bir eser kalmamıştır…

Kayseri bir asır sonra ERATNA Beyliği’nin hükümran olması ile yaralar sarılmış, siyasi ve beşeri düzen, ancak Osmanlı Beyliği’nin kuruluş yıllarına tekabül eden dönemde tesis edilmiştir.

Bu mihnet yıllarında Seyyid Burhaneddîn velî ve sonraki dönem mutasavvıfları insanlara tevekkül- rıza ve ümit içinde yaşamayı öğütleyerek, Kayseri halkı için en fazla ihtiyaç duyulan ruhî ve manevî iklimi oluşturmuşlar, halk arasında düzen ve huzur aşılamışlardır.

MOĞOL ve Haçlı seferleri ile her türlü olumsuz savaş koşullarına alışan ve bilenen Anadolu halkı, bu dönemden sonra bağrından Osmanlı Beyliği’ni çıkarmıştır.